BU ÜLKE İÇİN BİR DEPREM POLİTİKASI GELİŞTİRİLMESİ ŞARTTIR

ugurgorgulu59 · 3803

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ugurgorgulu59

  • Çaylak
  • **
    • İleti: 5
    • +1/-0
    • Cinsiyet: Bay
  • İnşaat Mühendisi - Proje Müdürü
    • E-Posta
 
Van’da ardarda meydana gelen 2 deprem açıkça gösterdi ki Türkiye,1999 depremlerinden hiç ders almamış. Hatta o kadar ki, 7.2’lik depremden sonra oluşması son derece olağan 5.6 büyüklüğündeki bir artçı sarsıntıda bile kaderci ve boşvermişçi yapımız yüzünden, içine girilmemesi gereken hasarlı binalara girildiği için, insanlar ölebiliyor. Bunun adı ne, bu vurdumduymazlığa karşı ne yapılabilir, gerçekten bilemiyorum.

5.6’lık artçı sarsıntıda yerle bir olan Bayram Otel’in sahibi Aslan Bayram bakın ne diyor gazetecilere:

“4-5 tane mimar arkadaş geldi. Bütün kolonları incelediler. ‘Evinizde çatlama var ama burada hiçbir şey yok’ dediler. Binada giydirme vardı, ancak bütün kolonlarımız çıplaktı. Hatta bizim otele bir müşteri geldi. Düzce depreminde kontrolör bir adam. Otelde kalacağı için kendisi inceledi. ‘Burada güvenle kalabilirsiniz, hiçbir sıkıntı yok’ dedi. Haram olsun hiçbir şey yoktu. Sadece bazı duvarlar kırılmıştı. Kirişler ile kolonlar arasında çatlaklar vardı ama öyle dağılma falan yoktu. Bütün demirleri kalın burgulu demirdi. O zaman babam Rusya’dan getirmiş demirleri. Biz de evlerimizde yatmıyorduk, otelde kalıyorduk. Bir şey olsa ben orada yatmam.”

Bu iş bu kadar kolay mı, bu kadar basit mi, inanın aklım almıyor! Yani, çıplak gözle, hem de mesleği MİMARLIK olan bir grup, üstünkörü bir incelemeyle 7.2 büyüklüğünde ve oldukça yüzeye yakın meydana gelen bir depremde önemli ölçüde hasar görmüş bir otele “Sağlamdır, hiçbir şey olmaz. Burada gönül rahatlığı ile kalabilirsiniz” güvencesini hangi bilimsel verilere dayanarak bu denli kesinlikte verebilmektedir? Demek ki onca kelli felli profesörler, deprem uzmanları boşuna okumuşlar, araştırmışlar,kafa patlatmışlar…

Türkiye’nin en büyük sorunu işte bu. Bizim insanımız “Bilmiyorum” ya da “İncelemeden, test etmeden kesin bir şey söylemek yanlış olur” diyemiyor. Bunu erkekliğine yediremiyor. Bilmediği, anlamadığı bir konuda fikri sorulduğunda kesin bir yanıt vermezse arkasından “Ne biçim mühendis/mimar bu ya. Bir halttan anladığı yok” yüzeyselliğinde dedikoduların muhatabı olacağını biliyor; o nedenle de sanki hayatı patlamış, çatlamış kolonları incelemekle geçen bir uzman edasıyla kendisine gösterilen binaları inceliyor(?!) ve kesin hükme varıyor! Sonra da işte bunlar oluyor.

1982 yılından beri, taşıyıcı elemanları, depremlerde ya da durup dururken çatlayan resmî ve özel binalar için incelemelerde bulunan ve raporlar hazırlayan bir inşaat mühendisi olarak bana da oturdukları evlerin “sağlam olup olmadığı” hakkında soru soran eş, dost tanıdığa “Aman bu Uğur da bir halttan anlamıyormuş. Bir de mühendisim diye ortalıkta geziyor” laflarını yeme pahasına da olsa “Çıplak gözle bir şey söyleyemem. Binanızın depreme karşı dayanaklı olup olmadığını ancak ayrıntılı bir teknik inceleme sonucu anlayabiliriz” diyorum. Çünkü doğrusu bu…
 
Gerçi Türkiye’de herkesin çok iyi anladığı, uzmanı olduğu 3 konu vardır: Futbol, inşaat ve hastalıklar…

Ülkemizde herkes Fatih Terim kadar iyi bir antrenör, Sezai Türkeş kadar iyi bir inşaat mühendisi, Mehmet Öz kadar iyi bir doktordur ve bir başkasının ne futbol bilgisini, ne mühendisliğini, ne de doktorluğunu beğenir. Onun için en iyi mühendis, en iyi antrenör, en iyi doktor kendi aklından geçenleri, yani duymak istediklerini söyleyenlerdir.

O nedenle sizlerin beni iyi bir mühendis olmamakla suçlama riskini göze alarak, duymak istemediğiniz gerçekleri söylemeye devam edeceğim:

Öyle her önünüze gelene, sırf içinizi rahatlatmak için “Bizim apartmanı bir incelesene kardeşim” diyerek fikrini sormayın. Sıvanmış ya da üzerleri çeşitli malzemelerle kaplanmış kolon ve kirişlerin sadece kalınlığına bakan birinin “Hmmm, kolonlarınız amma da kalın ve iri. Bu binaya bir şey olmaz” yalanlarına kanmayın.
 
Ayrıca dedim ya; herkes biraz mühendistir. İllâ ki o apartmanın ileri gelenlerinden biri: “Bizim apartman çok sağlam yapıldı. Buna bir temel attılar ki sormayın gitsin. Gözlerimle gördüm kalın kalın demirler döşediler. Hem de burguluydu. Ayrıca bizim binanın zemini kaya” saçmalığındaki yorumlarına da fazla itibar etmeyin. Bilirim, beyniniz bu sözlere inanmak istediğinden hemen kanacaksınız ama bir binanın depreme dayanıklı olup olmamasında bunların çok da bir önemi yoktur. Kaya zemin üzerine çürük bir bina yapılırsa 6-7 büyüklüğündeki bir depremde o bina çok büyük hasar alacaktır. Temel demirleri zaten kalın olur; temel şeklini, demirlerin tekniğine uygun döşenip döşenmediğini, beton kalitesini bilmeden binanın sağlamlığı hakkında o denli emin olmamalıyız. Ayrıca günümüzde zaten nervürlü çelik haricinde inşaat demiri kullanılmıyor. Yani demek istediğim, bunlar zaten olması gereken şeyler…
 
DEPREME KARŞI NELER YAPILIYOR

Ülkemiz, topraklarının çok büyük bir çoğunluğunda her an için en az 6 büyüklüğünde bir deprem oluşma olasılığı %66 olan bir ülke ve böyle bir ülkenin depreme karşı herhangi bir acil eylem plânı, hattâ bir deprem bakanlığı bile yok. Bir deprem politikası da yok.  Aslında son hükümet döneminde Başbakanlığa bağlı “AFET ve ACİL DURUM YÖNETİMİ BAŞKANLIĞI (AFAD)” adı altında bir kurum hayata geçirildi; ancak Van depreminde bu kurumun bu tip bir felâkete önceden ne kadar hazırlıklı olduğu, felâket sonrası başarısı tartışılır. Depreme karşı hepimiz sanki 40 yılda bir başımıza gelecek bir olay gibi davranıyor ve öyle yaşıyoruz. Tüm yetkililer Türkiye sanki depremle ilk kez 1999 yılında karşılaşmış da ondan önce böyle bir felâketi hiç görmemiş gibi konuşuyor. Oysa son 100 yıldaki sadece ölümlü depremleri taradığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

9 Ağustos 1912 Mürefte: Büyüklüğü 7,3 olan bu depremde 216 kişi yaşamını yitirdi, 466 kişi de yaralandı.
6 Mayıs 1930 Hakkari: Hakkari’nin sınır bölgesinde gerçekleşen bu depremde 2 bin 514 kişi öldü. Depremin büyüklüyüyse 7,2’ydi
26 Aralık 1939 Erzincan: Türkiye’nin bu yüzyılda yaşadığı en şiddetli deprem olan Erzincan depremi hâlâ hafızalarda. Kışın en şiddetli günlerinde Erzincan halkını vuran bu felakette açıklanan ölü sayısı 32 962. 7,9 büyüklüğündeki bu depremin ardından yurt çapında yas ilan edildi.
20 Aralık 1942 Niksar-Erbaa: Büyüklüğü 7,0 olan bu depremde 3 bine yakın insan ölmüş, yaklaşık 6300 kişi de yaralandı.
26 Aralık 1943 Tosya-Ladik: 2 bin 824 kişinin yaşamına mal olan bu depremin büyüklüğü 7,2 olarak ölçüldü.
1 Şubat 1944 Bolu-Gerede: 7,2 büyüklüğündeki depremde 3959 kişi öldü, çok sayıda insan evsiz kaldı.
31 Mayıs 1946 Varto-Hınıs: Yazın başlangıcında yaşanan bu depremde 839 kişi yaşamını yitirdi, 349 kişi yaralandı.
19 Ağustos 1966 Varto: Varto’nun karşılaştığı bu en şiddetli depremde 2394 kişi öldü 1489 kişi yaralandı. Derinliği 26 km olan bu depremim büyüklüğü Richter ölçeğine göre 6,9’du. Varto’da bir önceki yıl yaşanan ve 4,0 büyüklüğünde olduğu hesaplanan bu depremde de 12 kişi yaşamını yitirdi.
28 Mart 1970 Gediz: Gediz’de meydana gelen 7,2 büyüklüğündeki depremin ortaya koyduğu felaket tablosu: 1086 ölü, 1260 yaralı.
6 Eylül 1975 Lice: 2385 kişinin öldüğü 3339 kişinin yaralandığı depremin büyüklüğü Richter ölçeğine göre 6,9.
24 Aralık 1976 Çaldıran-Muradiye: Yaşanan en büyük depremlerden biri olan bu depremin büyüklüğü 7,2 olarak ölçüldü. Can kaybı 3840’tı. 497 kişi yaralandı, birçok kişi evsiz kaldı.
30 Kasım 1983 Erzurum-Kars: 6,8 büyüklüğündeki deprem, büyük hasara ve can kaybına yol açtı. Depremde 1155 kişi öldü, 1142 kişi yaralandı.
13 Mart 1992 Erzincan: Erzincan ile birlikte Tunceli’yi de vuran bu deprem, 6,8 büyüklüğündeydi. Depremde 653 kişi yaşamını yitirdi. Yaralı sayısıysa 3850 olarak belirlendi.
1 Kasım 1995 Dinar: 5,9 büyüklüğündeki depremde ölü sayısı 94.
27 Haziran 1998 Ceyhan: 6,3 büyüklüğündeki deprem başta Ceyhan olmak üzere bütün Adana’yı etkiledi. 84 kişinin hayatını yitirdiği depremde 310 kişi yaralandı, yüzlerce ev hasar gördü.
17 Ağustos 1999 Gölcük: 7.8 büyüklüğündeki depremde 17 bin 480 kişi hayatını kaybetti, 73 bin 342 kişi yaralandı.
12 Kasım 1999 Düzce: 7.5 büyüklüğündeki depremde 763 kişi hayatını kaybetti, 35 bin 519 kişi yaralandı.
6 Haziran 2000 Çankırı: 6.1 büyüklüğündeki Çankırı depreminde bir kişi hayatını kaybetti, bin 766 kişi yaralandı.
3 Şubat 2002 Çay-Sultandağı: 6.4 büyüklüğündeki depremde 44 kişi öldü, 622 yaralandı.
27 Ocak 2003 Pülümür: 6.2 büyüklüğündeki depremde 1 kişi hayatını kaybetti 50 kişi yaralandı.
1 Mayıs 2003 Bingöl: 6.4 büyüklüğündeki depremde 176 kişi hayatını kaybetti 6 bin kişi yaralandı.
23 Ekim 2011 Van-Erciş: 7.2 ve 5.6 büyüklüğündeki depremlerde 645 kişi öldü”

Tekrar ediyorum, yukarıdaki tablo sadece fazla hasar veren, ölümlü depremler göz önüne alınarak hazırlanmıştır. Bu depremler haricinde son yüzyılda ülkemizde daha birçok deprem meydana gelmiştir.

Türkiye deprem açısından Japonya’dan pek de farklı olmayan bir ülke olmasına rağmen sahip olduğu deprem politikaları, denetim mekanizmaları, imar mevzuatı yani kısaca “DEPREM İDRAKI” anlamında Japonya’nın 1/1000’i bile değildir.

Van’da meydana gelen depremlerin ardından hükümet kaçak ve çürük binalar için radikal çözümler getireceğini açıkladı. Bence ne kadar geç kalınmış olursa olsun, alkışlanması gereken bir karar. O nedenle ben de naçizane önerilerimi sıralayacağım:

TOPRAKLARIMIZIN ENVANTERİNİN ÇIKARILMASI

Depremle iç içe yaşayan ve bu anlamda idealist yapılanmasını oluşturmuş bir ülkede yapılması gereken ilk eylem, ülke topraklarının sağlıklı bir deprem haritasını hazırlamak ve bununla eş zamanlı olarak da ekilebilir, tarıma elverişli arazilerin, su havzalarının, ormanların envanterini çıkarmak olmalıdır. Bu işlem, üniversitelerimizden, bakanlıktan, ilgili meslek odalarından, uygulamacı şirketlerden seçilmiş,  teknik bilgileri ve saygınlıkları,gerek Türk kamuoyunda gerekse uluslar arası platformda tartışılmaz olan bilim adamları, teknik elemanlar, uygulamadan gelen mühendis/mimarlardan oluşan PARTİLERÜSTÜ ve SİYASETTEN ARINDIRILMIŞ bir heyet tarafından yapılmalıdır.  Hazırlanan bu genel harita esas alınarak her il kendi toprakları için ayrıntılı bir plânlama düzenlemeli ve böylece 81 ilde :
1-     Deprem bölgesi ( I. II.derece deprem bölgesi gibi)
2-     Tarıma elverişli arazi envanteri,
3-     Su toplama havzaları, ormanlık alanlar,
4-     Dere yatakları, heyelan bölgeleri,
5-     İmara açılması uygun bölgeler,
6-     Mevcut yapı stoğunun bu tasnife göre durumu,

gibi bir şehrin tüm bilgileri kayıt altına alınmalıdır.  Sonrasında disiplinler il bazında, kendi alanlarıyla ilgili daha ayrıntılı çalışmaları gerçekleştirebilirler. Örneğin imara açılması uygun bulunan bölgelerde zemin klası, sıvılaşma riski olup olmadığı, yer altı su seviyesi gibi zemine ait karakteristikler belirlenmelidir. Bu sayede il genelinde hangi bölgelere kaç katlı binalar yapılabileceği, hangi bölgelere bina yapılamayacağı da belirlenmiş olur. Mevcut bina stoğu da bu somut veriler ışığında gözden geçirilebilir. Örneğin fay hattının çok yakınlarına yapılan devasa binalar ne kadar sağlam olursa olsun hasar görmeye ya da yıkılmaya mahkûmdur. Veya, sıvılaşma tehlikesi olan zeminlere yapılan çok katlı binaların yan yatması, gömülmesi kaçınılmazdır. Özellikle Karadeniz Bölgemiz’de rastlanan bir diğer durum da, dere yataklarına, heyelan bölgelerine yapılan binaların çok sık aralıklarla su baskınlarına ya da toprak kaymalarına maruz kalmalarıdır. Bu durumda meydana gelen felâketlerde kaybettiğimiz onca can için “Takdir-i İlahî” demek,”Ne yapalım Allah’tan geldi” kaderciliğine sığınmak en basit deyimiyle aptallıktır, kolaycılıktır.

Türkiye eğer deprem, sel, heyelân gibi doğal afetlerde meskûn bölgelerindeki inşaî yapım hatalarından ya da konumsal yanlışlıklardan kaynaklanan sorunlar nedeniyle  can ve mal kaybına uğruyor ve bu durum süreklilik arz ediyorsa, o zaman alınacak radikal önlemler konusunda kararlı olmalı ve her türlü siyasi kayırmadan, rantiyeci yaklaşımdan sıyrılmalıdır.

Tarımsal alanlar bir ülkenin herşeyidir, hazinesidir, en önemli varlığıdır. Ancak ne yazık ki ülkemizde tarlalar, portakal bahçeleri, bağlar, bahçeler hiç acımadan müteahhitlere peşkeş çekilip, gözünü para hırsı bürümüş rantiyeci vampirler tarafından birbirinden çirkin beton blokların işgaline bırakılabilmektedir. Tarımsal alanların korunması ile ilgili, inanılmaz ama, ülkemizde herhangi bir yasa yoktur!

BAKANLIK YA DA GENEL MÜDÜRLÜK KURULMASI

Öncelikle imâr yetkisi kesinlikle belediyelerden alınmalı ve doğrudan Başbakanlığa bağlı, tüm il ve ilçelerde örgütlenecek bağımsız bir İMAR İŞLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ kurularak bir nebze de olsa siyasetten kurtulmalıdır.

81 il yukarıda bahsedilen çalışmaları ve  kendi şehirlerinin 1/5000; 1/10000….v.b gibi nazım imar plânlarını İmar İşleri Genel Müdürlüğü vasıtasıyla hazırlayıp imâra açılacak bölgelerini ve emsal katsayılarını belirlemelidir; VE BU PLÂNLAR BAŞKA BİR İKTİDAR DÖNEMİNDE PLÂN TADİLLERİYLE DEĞİŞTİRİLEMEYECEK ŞEKİLDE YASAL DÜZENLEMELER DE YAPILMALIDIR.

Bu kapsamda belki de mevcut şehirlerden bir kısmının yeri değişecek, kendisi sağlam olsa bile fay hatlarına yakın ya da tarımsal araziler üzerine kurulu olduğu için bir kısım binalar yıkılacak, yüksek katlı apartmanlar belki de 2-3 kata indirilecektir. Tüm vatandaşlara bu işlemlerin hayatlarını kurtarmak için yapıldığı çok net bir şekilde anlatılmalı ve yine tekrarlıyorum siyasi kayırmacılık ve rant avcılığı kesinkes önlenmeli, asla müsaade edilmemelidir.

YAPI DENETİM KURULUŞLARI YENİDEN DÜZENLENMELİDİR

1999 depremleri sonrasında oluşturulan Yapı Denetim Kuruluşları kanımca çok iyi niyetli bir hareket olarak başlamasına rağmen, bakanlığın kendisini sağlama almak için hergün yeni bir evrak icat etmesi neticesinde zamanla korkunç bir  kâğıt, kırtasiye bataklığına gömülmüş olup, şimdilerde sadece bağlı bulunduğu bakanlık personelinin bürokrasi bombardımanına yanıt vermeye çalışmaktadır. Dolayısıyla vaktinin çoğunu aslî işi olan denetim yerine evrak tanzim etmekle geçiren Yapı Denetim Kuruluşları artık işlevlerini tam anlamıyla yerine getiremeyen hantal bir yapıya bürünmüştür.

Bugün depremlerde ortaya çıkan acı gerçek şudur ki, en fazla zarar gören yapılar sözde kendi denetim mekanizmaları olan devlet kuruluşlarına ait resmî binalardır ve örneğin deprem sonrası en çok gereksinim duyulan hastanelerin depremde zarar görmesi, yıkılması, işlevini yerine getiremez duruma gelmesi inanın depremin verdiği zarar kadar zarar verir insan sağlığına. Düşünsenize, deprem olmuş yaralı kurtulmuşsunuz ancak tedavi olabileceğiniz bir hastane yok!

Demek ki bu işte bir yerlerde bir yanlışlık var!

Diğer yandan apartman, site, toplu konut yaptırmak isteyen arazi sahiplerinin öncelikle müteahhit firmayı belirlemesi ve müteahhidin de kendisini denetleyecek yapı denetim kuruluşunu seçmesi dünyanın en abuk subuk işidir. Bu husus kesinlikle önlenmeli ve arazi sahiplerinin doğrudan Yapı Denetim Kuruluşlarına başvurmalarını zorunlu kılan düzenlemeler yapılmalıdır.

Bugün Türkiye’de, yurtdışında da başarılı müşavirlik hizmetlerine imza atan firmalar mevcuttur. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde ülkemizde kamu kurumları, finansmanı yurtdışından temin edilen işlerde artık müşavirle çalışma fikrine iyiden iyiye alışmışlardır. Ancak emek-yoğun bir sektör olan müşavirlik camiasında çağdaş normları yakalayabilmiş firma sayısı yeterli olmadığı için ne yazık ki Avrupalı, ABD’li büyük müşavirlik şirketleri kâh tek başlarına, kâh Türk firmalarıyla konsorsiyumlar kurarak mühendislik piyasasındaki projelerde hatırı sayılır oranda bir  iş hacmine ulaşmışlardır. Oysa Türk mühendislerinin, Türk müşavirlik firmalarının onlardan hiç aşağı kalır bir yanı yoktur ve yabancı müşavirlik firmaları, finansmanı sağlayan KfW, EIB, EU gibi kurum ve birliklerin dayatması sonucunda bir elle verdiklerini diğer elleriyle geri almak için Türk müşavirlik piyasasını adeta zorla işgal etmektedirler.
Gerçi gerek mühendislik dünyasındaki yeniliklerin Türkiye’ye tanıtılması, gerekse ülkemizdeki geleneksel “Ben yaptım oldu” ve “Abi ekmek parası, idare et bu seferlik de böyle olsun” oryantalistliğine büyük ölçüde son veren modern mühendislik uygulamalarının, çağdaş denetim anlayışlarının, tüm dünyada kabul görmüş FIDIC gibi sözleşmelerin yerleşiklik kazanması anlamında kanımca marka olmuş, köklü firmaların Türk piyasasına girmesi  son derece yararlı olmuştur.

Bence yeni bir yapılanmayla mevcut müşavirlik firmalarının yapı denetim konusunda da yetkilendirilmesi, 4708 sayılı yasa gereği kurulan yapı denetim şirketlerinin de yeniden organize edilerek müşavirlik firması kimliğine kavuşturulması gerekmektedir. Kamu binaları da, ister yerli isterse yabancı finansmanla inşa edilsin, mutlaka müşavir firmalar tarafından denetlenmelidir.

Ancak müşavirlik firmaları sınıflandırılmalı (A, B, C, D sınıfı firmalar gibi) ve böylece, sadece özel şahıs binalarını, toplu konut inşaatlarını denetleyen firmalar; hem özel hem resmî bina inşaatlarını denetleyen firmalar ve büyük müşavirlik firmaları gibi su yapıları, arıtma tesisi, içmesuyu kanalizasyon inşaatları gibi altyapı konularında uzmanlaşmış firmalar; baraj inşaatlarında uzmanlaşmış firmalar; yol ve demiryolu konularında uzmanlaşmış firmalar; her türlü üstyapı konusunda uzmanlaşmış firmalar…vb. gibi sınıflara ayrılarak denetimin kapsamı genişletilmelidir. Konu ile ilgili bir yönetmelik hazırlanıp mevcut firmaların bu yeni duruma uyum sağlamaları için belli bir süre tanınmalıdır.

Diğer önemli bir konu da yapı denetim firmalarının adeta Darülaceze’ye dönüşmüş kurumlar haline gelmesidir; zira denetçi belgesi sahibi mühendislerin çoğu 60 yaşın üstünde emeklilerdir ve hemen hepsi emekli maaşıyla geçinemediği için bu işi zoraki yapmaktadırlar. Ve maalesef çoğunluğu da mezun oldukları zaman ile emekli oldukları gün arasındaki yaklaşık 30-35 yıl boyunca bir devlet dairesinde bürokrasinin o kahrolası cenderesinde hep aynı işlerle uğraşmakta ve mühendislik nosyonlarını, vizyonlarını geliştirecek en küçük bir faaliyette bile bulunmamaktadırlar. O nedenle denetçi mühendislerin bu unvana sahip olduktan sonra periyodik olarak bilgileri sınanmalı ve meslek içi eğitim mecburî olmalıdır. Bu anlamda yeri geldiği için söylüyorum; “Sertifikalı Mühendis” uygulaması bir lüks değil zorunluluk olabilir, bununla ilgili yasal düzenlemeler yapılabilir.

TÜRKİYE’DEKİ MÜTEAHHİTLİK UYGULAMALARI

Söz etmemiz gereken başka bir husus da hâlâ tam olarak düzenlenemeyen, düzeltilemeyen müteahhitlik müessesesidir. Maalesef hâlâ eline para geçen fırıncı, hurdacı, demirci ustası, bakkal, manav, marketçi, emlâk komisyoncusu satın aldığı mühendis diplomaları ile inşaat firması kurup rahatlıkla her türlü altyapı, üstyapı ihalelerine girebilmektedir. Bu garabet kökünden önlenemediği sürece malzemeden çalarak 3 kuruş fazla kazanmayı marifet sayan vampirlerin bu piyasadan ekmek yemesini önleyemezsiniz. Bu nedenle Türkiye’de saygınlığını en çok yitirmiş meslek grubu müteahhitliktir. Artık bu ülkede “yapsatçı laz mütayıt” kavramı yok olmalıdır. En basit 5 katlı bir apartman inşaatı da genel mühendislik kuralları çerçevesinde inşa edilip, denetlenebilmelidir.

Ya resmî inşaat ihalelerine ne demeli? Neyse ki tenzilât usulü ile ihale verme tarihe karıştı ama idareler tepelerinde Demokles’in Kılıcı gibi duran Sayıştay denetimi korkusu yüzünden içlerine sinmese de işleri yine hâlâ en ucuz teklif sahibine vermeye devam ediyorlar. Daha doğrusu vermek zorunda kalıyorlar. Zira trilyonların altına imza atmalarına rağmen 3 kuruş maaşa talim eden resmî idare teknik elemanları hemen her ihale sonrası hem de işlerin kesin kabullerinin yapılmasından 2-3 yıl sonra, yapılan işleri adeta “ne yapsam da bir hata bulsam” mantığıyla inceleyen sevgili Sayıştay temsilcilerinin “Vay sen devleti zarara uğrattın. Bak falanca firma daha çok kırmasına rağmen sen işi ona değil de daha az kıran filancaya vermişsin. Demek ki ihaleyi verdiğin firmayla çıkar ilişkin vardı” suçlamalarına maruz kalıyorlar. Doğal olarak zaten hantal bir yapısı olan devlet dairelerinde bir de bu korku ile yaşayan teknik elemanlardan iş çıkmasını beklemek abesle iştigalin de ötesine geçmektedir. O nedenle 1-2 yılda bitmesi gereken işler 8-10 sene gibi uzun zaman dilimlerinde tamamlanmakta bu da örneğin 1 milyon TL’ye mal olması gereken sıradan bir inşaatın ardarda çıkarılan ikmal inşaatları nedeniyle 10-15 milyon TL’ye mal olmasına neden olmaktadır ki işte devleti asıl bu tutum, bu yanlış uygulamalar zarara uğratmaktadır. Bazen en fazla kırana verilen bir inşaat işini müteahhit tamamlayamadan ihale, müteahhidin kötü işçiliği yüzünden iptal edilmekte, bu durum sonucunda da devlet müthiş bir zaman ve para kaybına uğramaktadır. Peki bunların sorumlusu kimdir? İdarenin teknik elemanlarını “En çok kıran firma iyi bir firma değil ama şimdi bu işi ona vermesek ilerde başımız derde girer. Amaaan bana ne ya, ben mi kurtaracağım bu memleketi” noktasına getiren Sayıştay mı, yoksa hantal yapısı ve teknik elemanını komik maaşlara mahkûm eden devlet  yüzünden çok ağır işleyen devlet dairelerindeki bananeci yaklaşım mı?

Fırıncısı, bakkalı, marketçisi müteahhitlik yapıyor da, usta aradığınızda size başvuran demirci, kalıpçı, duvarcı, fayansçı, soğuk demirci sanki bu işlerin okulundan mı mezun oluyor? HAYIR!

Devlet, işin başındaki mühendis için sözleşmedeki formaliteler yerine gelsin diye “Bu işin şantiye şefliğini başından sonuna kadar asgari ücretle yerine getireceğim” acayipliğindeki taahhütnameyi, mühendisin diplomasını, meslek odası kaydını istiyor, ama ne işi başından sonuna kadar bilfiil yapan kalfadan kalfalık belgesini istiyor ne de fayansçıdan, demirciden, hafriyatçıdan bu işlerin uzmanı olduğuna dair bir belge! BUNDAN GARİP BİR DURUM, BUNDAN DAHA BÜYÜK BİR UCUBE OLABİLİR Mİ?

Türkiye, boşta kalmış 60-70 yaşındaki emeklilerin kahvehaneye gitmek yerine işte adres belli olsun diye açtıkları yazıhanelerde mukavvalara yazdıkları eciş bücüş  “SATLIK DAYRE” ilkelliğindeki komisyoncu mantığından artık kurtulmalıdır. Her meslek dalı için bakanlık, meslek odaları, üniversiteler işbirliği yaparak gece okulları kurmalı ve kalfadan, fayansçıya, betoncudan, demirciye bir inşaatı oluşturan tüm bileşenleri üreten ustalar “uzmanlık belgesi” sahibi olmalıdırlar. Ve 2 katlı bir apartman inşaatından, 5000 konutluk toplu konut inşaatlarına değin her türlü inşaatta nasıl mühendislere diploma soruluyorsa, ustalardan da “uzmanlık” ya da “ustalık” belgelerinin istenmesi zorunlu kılınmalıdır.

Müteahhitlik ancak müteahhitlik yapmaya hak kazanmış mühendislerin uğraşı alanlarından biri olmalıdır. Bununla ilgili düzenlemeler, yönetmeliklerle yapılmalı ve müteahhitlik müessesesi saygın bir meslek dalı haline getirilmelidir.



Çevrimdışı hüseyin

  • Azimli Çaylak
  • ***
    • İleti: 32
    • +0/-0
muhteşem yazınız için teşekkür ederim çok güzel noktalara değinmişsiniz.



Çevrimdışı Medeniyet Mühendisi

  • Admin
  • Yazar
  • *
    • İleti: 1991
    • +43/-2
    • Medeniyet Mühendisleri
ben devlet kurumunda çalışıyorum ne yazık ki depreme karşı önlem alınmasından ziyade incelediğim çoğu projede müellifle gırtlak gırtlağa yapışıyoruz. üzülerek söylüyorum ki depreme dayanıklı yapılar değil eskiye göre daha modern mezarlar yapıyoruz..

yazınız için teşekkür ederim uğur bey.

Linklerin Görülmesine İzin Verilmiyor Üye Ol veya Giriş Yap


Çevrimdışı kerem

  • Azimli Çaylak
  • ***
    • İleti: 39
    • +0/-0
güzel bir yazı olmuş emeğinize sağlık zevk alarak okudum..



Çevrimdışı ugurgorgulu59

  • Çaylak
  • **
    • İleti: 5
    • +1/-0
    • Cinsiyet: Bay
  • İnşaat Mühendisi - Proje Müdürü
    • E-Posta
Değerli meslektaşlarım,

Bu yazım daha uzundu, bu site için biraz kısalttım. İsteyen Linklerin Görülmesine İzin Verilmiyor Üye Ol veya Giriş Yap adlı blog sayfamdan tamamını ve diğer yazılarımı okuyabilir.

Benim üzerinde durmak istediğim husus şu: Siz istediğiniz kadar teknik kurallara uygun, deprem şartnamesinin harfiyen dikkate alındığı binalar üretin; ancak en başta o binanın yapılacağı arazinin durumu hakkında bilginiz yoksa yaptığınız her şey boş demektir. Türkiye'nin böyle bir çalışmaya gereksinimi var. Yoksa binanızın yapım aşamasında kurallara uygun yapılmadığının tespiti ve depreme dayanıklı binaya dönüştürülmesi bence doğru ancak eksik bir uygulamadır.

Partilerüstü bir deprem politikasıyla uzun vadede topraklarımızın yukarıda ayrıntılandırdığım şekilde bir envantere kavuşturulması ve 10 yıllık bir süreç zarfında tamamlanmasıyla Japonya gibi bir ülke oluruz diye düşünüyorum. Tabi bence ilkokuldan itibaren deprem derslerinin konması, üniversitelerde deprem mühendisliğinin zorunlu ders olması (sadece mastır öğrencilerine değil, lisans öğrencilerine de, hem inş. mühendisi hem mimar, zorunlu ders olarak verilmesi), bir afet işleri devlet bakanlığı kurulması, imar işlerinin belediyelerden alınıp uzman bir kuruluşa devredilmesi ve en önemlisi insanlarımızda sürekli eğitimlerle deprem bilincinin kökleşmesi, yerleşmesinin sağlanması gerekir. Bu da kalkınmayı, yaptıkları yollarla, döktükleri betonla ölçen maddiyatçı iktidarlarla değil "önce insan" diyen ve yatırımını insana yapabilecek yönetimlerle olur.