Son İletiler

21
Etabs / ETABSI nasıl öğrenebilirim
« Son İleti Gönderen: turannnnn 07 Şubat 2024, 16:38:58 »
Merhabalar. Etabs programını öğrenmek istiyorum. Kendimi nasıl geliştirebilirim, hiç türkçe kaynak yok.
22
Tekla/Xsteel / Ynt: tekla structures xsteel model örnekleri
« Son İleti Gönderen: omer2546 07 Şubat 2024, 01:56:17 »
deniz.merfaruk@gmail.com

bana tekla modeller gönderebilirmisiniz.
23
Etabs / ETABS TÜRKÇE KAYNAK- PDF var mı
« Son İleti Gönderen: turannnnn 05 Şubat 2024, 20:02:37 »
Merhabalar. Etabs ta bitirme ödevimi yapabilmem için kendimi geliştirmem gerekiyor. Öğrenebileceğim türkçe kaynak-pdf var mı acaba yardımcı olur musunuz.
24
Etabs / ETABS TÜRKÇE KAYNAK- PDF var mı
« Son İleti Gönderen: turannnnn 05 Şubat 2024, 00:13:52 »
Herkese merhabalar. Bitirme ödevim için etabs ta betornarme bina modellemem gerekiyor. Etabs ta modellemeyi öğrenmemde bana yardımcı olacak türkçe kaynak-pdf var mı acaba yardımcı olur musunuz rica etsem.
25
Serbest Kürsü / Hikaye Yazarı Ömer Seyfettin İle Serdar Yıldırım
« Son İleti Gönderen: Serdar Yıldırım 03 Şubat 2024, 23:08:22 »
HİKAYE YAZARI ÖMER SEYFETTİN İLE SERDAR YILDIRIM
Tarih 4-Ağustos-2023 Bursa'da bir kitap mağazasında çok değerli yazarlarımızdan Ömer Seyfettin ile beraberim:  " Sayın Ömer Seyfettin, bakın burası üç katlı bir kitap satış mağazası. İçinde binlerce kitap var.
Ömer Seyfettin: " Ya Serdar, beni buraya neden getirdin? Ben 1920 yılını hatırlıyorum. O zamanlar 36 yaşındaydım. İstanbul'da bir lisede öğretmenlik yapıyordum. "
" Evet doğru, bunları ben de biliyorum ama sizin bilmediğiniz bir şey var. 1920 dediniz. O zamandan şimdiki zamana 103 yıl geçti. 103 yıl sonra siz neredesiniz, hikayeleriniz nerede? "
" Ben o hikayeleri yazdım, durdum. Bir İstanbul gazetesinde bunlar her gün tefrika halinde yayınlanırdı. Biliyor musun Serdar, yurdumuzu düşmanlar istila ettiğinde ben subaydım. Çanakkale taraflarında askeri ciple gidiyorduk. Gökyüzünde bir yazı belirdi. Fethun karib.  ( Çanakkale’ye cephesini ziyarete giden heyeti edebiye içerisinde bulunan Ömer Seyfettin, yolda karşılaştıkları fevkalade bir hadiseyi Müjde adını verdiği hikayesinde anlatmıştır. Gün ağardığında heyet gökyüzünde ince bir duman ile “fethun karib” yazdığını müşahede etmiştir. Fethun karib, yakın bir fetih anlamındadır. ) 1915 yılı başlarıydı. Ne oldu? Neler oldu? Yolda gelirken ben Türküm dedin. Türkiye Cumhuriyeti dedin. Türkiye Cumhuriyeti'ne bravo da Osmanlı ne oldu? Bırak Osmanlı İmparatorluğu'nu Anadolu ne oldu? "

" Mustafa Kemal 19-Mayıs-1919 tarihinde Samsun'a çıktı. "
" Bunu biliyorum. "
" Türk Ordusu ve Mustafa Kemal bir buçuk yıl Sakarya Irmağı doğusunda konuşlandı. Mustafa Kemal onlara savaş öğretti. Türk Ordusu Mustafa Kemal önderliğinde ileri atıldığında yunan askerleri şehirleri, köyleri yakarak kaçtı. Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdu. Tarihe ismini altın harflerle yazdırdı. "
" Mustafa Kemal adını daha önce defalarca duymuştum. Cumhuriyet yıllarına ömrüm vefa etmedi. Şu an çok sevinçliyim ve çok mutluyum. "
" Mustafa Kemal kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk cumhurbaşkanı oldu. 10-Kasım-1938 'e kadar 15 yıl bu görevini devam ettirdi.  24 Kasım 1934 yılında Atatürk soyadını aldı. Artık O Mustafa Kemal Atatürk'tü. "
" Serdar, Atatürk hakkında kitaplar var mı burada? "   
" Evet var. "

Atatürk kitapları reyonuna gittik ve Ömer Seyfettin'e kitaplarda yazılanları okudum. Her iki dakikada bir Ömer Seyfettin tarafından, Atatürk ayakta alkışlandı. Daha sonra birlikte Ömer Seyfettin kitapları reyonuna yöneldik. İki elime birer kitap aldım. Bakın, dedim, bu kitapta Kaşağı hikayeniz var. Bu kitapta da Kütük hikayeniz bulunuyor.
Ömer Seyfettin: " Vay benim canlarım, ciğerlerim. Aradan 103 yıl geçmiş ve hikayelerim unutulmamış. Bir yazar aradan 50 yıl geçmiş ve hatırlanıyorsa unutulmamış demektir. Artık o yazar olmuştur. Ey Serdar Yıldırım, ben artık yazar oldum mu? "
" Evet oldunuz, hem de çok değerli, unutulmaz bir yazar oldunuz. "
" Yaşasın, ben şimdi çok mutluyum. "
Ömer Seyfettin tansiyon ve şeker hastasıydı. Atina'da 10 ay esir kaldı.  İstanbul'a geldikten sonra tansiyon ilaçları kullanmaya başladı ama şeker ilacı yoktu. 6 Mart 1920 yılında aramızdan ayrıldıktan 2 yıl sonra şeker ilacı icat edildi. Şu şeker ilacını 4-5 yıl önce icat etseydiniz olmaz mıydı? Ömer Seyfettin size nice yeni hikayeler armağan ederdi.

SON
26
Serbest Kürsü / Kardeşlik Hikayeleri - Serhat Yıldırım
« Son İleti Gönderen: Serdar Yıldırım 03 Şubat 2024, 23:07:46 »

SIRTLAN ZOBO
Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.
Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.
Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

SON

---------------------------------------------------------

PANTER
Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.
Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki... şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.
Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.
Hapishane müdürü:  " Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "
Panter:  " Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "
Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.
Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.

SON

----------------------------------------------------------------

ANNE KANGURU
Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.
Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "
Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "
Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "
" Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.
" Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "
Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ilerden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş:  " Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "
" Tamam oldu. "
Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.
Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.
Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış.  Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.
Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.
Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

SON

-------------------------------------------------------------------

LAMA VE PUMA
Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış.  Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?
Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.
Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.
Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış.  Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.

SON

Fikir: Serhat Yıldırım
Yazan: Serdar Yıldırım


27
Serbest Kürsü / Karagöz İle Hacivat: Karagöz Bilmece Soruyor
« Son İleti Gönderen: Serdar Yıldırım 03 Şubat 2024, 23:06:52 »

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KARAGÖZ BİLMECE SORUYOR
Karagöz: Hacivat bir bilmecem var.
Hacivat: Sor Karagözüm, sor da bileyim.
Karagöz: Bir elin sesi var, iki elin nesi var.
Hacivat: Bilmeceyi yanlış sordun. Bir elin nesi var, iki elin sesi var diyecektin.
Karagöz: Laf kalabalığını bırak Hacivat. Sen benim sorduğuma cevap ver.
Hacivat: Bir elin sesi olmaz ki.
Karagöz: Olmaz mı? Bak orta parmak baş parmak nasıl da şıklıyor.
Hacivat: Ama bu atasözü, değişmez ki.
Karagöz: Değişti işte. Atasözüydü oldu şimdi Karagöz sözü.
Hacivat: O zaman bilmecenin cevabı ne?
Karagöz: Hay kabak kafa. İki elin nesi alkıştır, alkış.
Hacivat’ın sarımsak yemiş bülbüle döndüğünü gören Karagöz bu fırsatı kaçırmak istemez. Hacivat’ı perişan etmeye kararlıdır.
Karagöz: Bir diğer bilmecem de şu: Ak akçe ne içindir?
Hacivat: Bundan kolay ne var. Ak akçe kara gün içindir.
Karagöz: Bilemedin.
Hacivat: Ne bilemedim mi?
Karagöz: Ak akçe Karagöz içindir.
Beyninden vurulmuşa dönen Hacivat’ın gözlerinin karardığını gören Karagöz, O’nu tutar, yavaşça yere oturtur. Biraz kendine gelince yeni bir bilmece sorar:  Çivi çiviyi ne yapamaz?
Hacivat: Soruyu yanlış sordun. Çivi çiviyi ne yapar diyecektin. Çivi çiviyi söker.
Karagöz: Bunu da bilemedin. Çivi çiviyi sökemez.
Hacivat: Sökmesi gerekir.
Karagöz hazırlıklı gelmiştir. Cebinden iki çivi çıkarır. Birini yerdeki taşla tahtaya çakar. Öteki çiviyle uğraşır, çiviyi sökemez.
Hacivat sağa sola bakar. Bir tanıdık gelse de şu Karagöz’ün dilinden beni kurtarsa der. Gelen giden yoktur. Su almış kayık gibi yan yatmış Hacivat’ın yanına çömelen Karagöz son darbeyi vurur:   Söyle bakalım Hacivat: Kendi düşen ne yapar.
Zorlukla konuşan Hacivat: Kendi düşen ağlamaz, der.
Karagöz: Hayır, kendi düşen ağlar. Dün benim oğlan koşarken düştü ve ağladı.
Bunun üzerine Hacivat sırtüstü düşer. Bayılmıştır. Karagöz savaş kazanmış bir komutan edasıyla omuzlarını gerer, Hacivat’ı orada bırakır ve evinin yolunu tutar.

-----------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GEL KEŞKÜL YİYELİM
Hacivat Karagöz’ün evinin kapısını çalar, Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: Aman Karagözüm, koş gel. Hanım keşkül pişirdi. Gel keşkül yiyelim. Ağzımız tatlansın dilimiz ballansın.
Karagöz: Yazın şu sıcağında Eşkel’de ne işin var?
Hacivat: Eşkel demedim Karagözüm, keşkül dedim. Keşkül pişti, soğuk düştü. Gel bize keşkül yiyelim.
Karagöz: De git Hacivat, iyi diyorsun da ben yüzme bilmem ki.
Hacivat: Eşkel’i boş ver, keşküle gel. Gel Karagözüm, gel gel.
Karagöz: Eşkel’e gideriz, gezip döneriz. Yüzme bilmem, denize girmem. Bunu iyice kafana sok.
Hacivat: Senin için, balık gibi yüzer dediler.
Karagöz: Gençken öyleydi, sonradan yüzmeyi unuttum.
Hacivat: Ama yüzme unutulmaz ki.
Karagöz: Unuttum diyorsam unutmuşumdur. O kadar.

--------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: TAHTA KAŞIK
Hacivat Karagözün evinin önüne gelir:
“ Aman Karagözüm, koş gel. Pazardan tahta kaşık aldım. “
Karagöz pencereye çıkar: Bizim evde bulaşıkları hanım yıkar.
Hacivat: “ Aman Karagözüm, koş gel. Tahta kaşıklar bak gel. “
Karagöz: “ De git Hacivat, bulaşıkları yıkıyorsan kime ne. “
Hacivat: “ Bulaşık demedim, kaşık dedim. Pazardan tahta kaşık aldım. “
Karagöz: “ Tahta kurusunu kaşıkla mı ezdin? O kaşıkla bana yemek mi yedireceksin?
Hacivat: “ Aman Karagözüm, etme eyleme. Ben öyle bir şey söylemedim. “
Karagöz: “ Seni gidi beni bilmez. Çağırayım zaptiyeleri de seni falakaya yatırsınlar. “
Hacivat: “ Dur, zaptiyeleri çağırma. Gel bize gidelim, ayran içelim. “
Karagöz: “ Lafı karıştırma, bayrama daha çok var. “
Hacivat: “ Yeni halı aldım, üstünde yatarız. “
Karagöz: “ Demek beni çalı üstünde yatıracaksın? Her yanıma diken batar. “
Hacivat: “ Pazardan iki tavşan aldım. Görmeye gidelim. “
Karagöz: “ Pazar günü Keşan’a mı gidiyorsun? “
Hacivat: “ Şey yani evet, dayım hastalanmış. “
Karagöz: “ O zaman bir an önce git. Hasta ziyareti deyince akan sular durur. “
Hacivat, Karagöz’ün evinin önünden koşar adım uzaklaşır. Geçen sene Karagöz’ün çağırmasıyla gelen kendisini falakaya yatıran zaptiyeler aklına gelir. Tabanları sızlar. Bırak iki günü iki ay Karagöz’ü arayıp sormaz.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: GÜREŞ
Hacivat: “ Gel Karagözüm, güneşlenelim. Öğle sıcağı iyice bastırdı. “
Karagöz: “ Güreşelim mi? Tamam güreşelim. “
Hacivat: “ Güreşelim demedim, güneşlenelim dedim. “
Karagöz: “ Ben senden korkmam Hacivat. Yoksa sen benden korktun mu? “
Hacivat: “ Ben hiçbir şeyden korkmam bilirsin. Sen benden korktun mu? “
Karagöz: “ Bre Hacivat, senden niye korkayım? 60 kilo ya çekersin ya çekmezsin.”
Hacivat: “ Doğru korkmazsın. Yıllar önce şu Pınarbaşı Meydanı’nda 70 kiloluk halinle 120 kiloluk Hulusi’yi paramparça ettiğini gözlerimle gördüm. “
Karagöz: “ Az görmüşsün. Ne insan azmanlarına şu meydanın çimenlerini yoldurdum. “
Hacivat: “ Keşke geçmişe dönebilsem ve senin güreşlerini seyredebilsem. “
Karagöz: “ Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük güreşçisi benim. “
Hacivat: “ Onun orası öyle de gelecekte seni pes ettirecek güreşçiler çıkar. O güreşçi seni hamur gibi yoğururken hiç yalvarma Hacivat gel kurtar beni diye. “
Ben kimseye yalvarmadım sana mı yalvaracağım diyen Karagöz, Hacivat’ın elini yakalar. Hacivat gözlerini kapatır. Karagöz kaldırdığı gibi Hacivat’ı yere vurur. Yaz günü taşlaşmış topraktan bir toz bulutu yükselir. Hacivat’ı yerde hareketsiz gören adamlar, yardıma koşar. Hacivat’ı kucakladıkları gibi yakındaki  hekimin evine kuş gibi uçururlar. Hekim , Hacivat’ın göğsünün sol tarafına uzun süre baskı yapar ve sonunda Hacivat kendine gelir. Etrafına bakınır, Karagöz orada yoktur:  “ Aman ağalar, Karagöz’e güneşlenelim dedim, güreşelim, dedi. Sonunda beni bu hale getirdi. Bunun gençliğinde bir boğayı kaldırdığını gördüm. Boyu iki buçuk arşındır. ( 1.70 cm. ) Ama bir o kadar da yeraltında vardır. Karşısına çıkacak olanlar bunu iyice düşünsün. “

-----------------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SİNEK ÇORBASI
Hacivat: “ Karagözüm, gel bize gidelim, süt içelim. “
Karagöz: “ Süt mü? Ne sütü? “
Hacivat: “ Süt işte, inek sütü. “
Karagöz: “ Git başımdan Hacivat, sinek sütü içilmez. “
Hacivat: “ Sinek sütü demedim, sağır kulaklı, inek sütü dedim. “
Karagöz: “ Sinek sütü içilmez ama çorbası güzel olur. “
Hacivat: “ Çorbası mı? Neyin çorbası? “
Karagöz: “ Sinek çorbası. Dün içtiydin, güzel dediydin. “
Hacivat: “ Ben sinek çorbası falan içmedim. “
Karagöz: “ Dün çorba içerken tabağına sinek düştü. “
Hacivat: “ Eee.. “
Karagöz: “ Sen bir kaşıkta sineği yuttun. “
Hacivat: “ Aman Karagözüm, uyarsaydın, çorbanda sinek var deseydin. “
Karagöz: “ Benim öyle dememe vakit kalmadan sen sineği mideye indirdin. “
Hacivat: “ Sinek şimdi neremdedir? “
Karagöz: “ Dünden beri hiç dışarı çıktın mı? “
Hacivat: “ Çıktım, hem de iki kere. “
Karagöz: “ O zaman sinek sende değildir, gökyüzünde uçuyordur. “
Hacivat: “ Neyse kurtuldum ya şu sinekten. Keyfim yerine geldi. “

---------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: PENCEREDEN BAKSAN NE GÖRÜRSÜN?
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: “ Karagözüm, sana bir soru sorayım da bil. Benim evin penceresinden baksan ne görürsün? “
Karagöz: “ Tencerede ne varsa onu görürüm. Dolma, pilav gibi. “
Hacivat: “ Tencere demedim, pencere dedim. “
Karagöz: “ He öyle söylesene. Sokak görürüm. “
Hacivat: “ Başka. “
Karagöz: “ Ev görürüm. “
Hacivat: “ Başka. “
Karagöz: “ Adamlar, kadınlar görürüm. “
Hacivat: “ Başka, başka. “
Karagöz: “ Gökyüzü, bulut görürüm. “
Hacivat: “ Bilemedin.  Keşiş Dağı’nı ( Uludağ ) görürsün. “
Karagöz: “ Hacivat, senin pencereden Keşiş Dağı görünmez ki. “
Hacivat: “ Görünür, görünür. Ben her gün görüyorum. “
Hacivat kafasını sağa çevirip bakar. Üç adam gelmektedir. Biraz sonra adamları çevirip, göz kırpar ve sorar: “ Benim evin penceresinden Keşiş Dağı görünür, öyle değil mi dostlar? “
Adamlar: “ Evet, görünür, derler ve gülerler. “
Hacivat: “ Bak gördün mü, görünüyormuş. “
Karagöz: “ Hayret, ben neden göremedim acaba? “
Bunun üzerine adamlar, kahkahalarla güler. Karagöz alay edildiğini anlar. Ders vermek için, Hacivat’a döner: “ Hacivat, benim de sana bir sorum var. Sen benim evin penceresinden baksan ne görürsün? “
Hacivat: “ Bahçe görürüm, insan görürüm, ev görürüm, “ der ama Karagöz bunu kabul etmez. Karagöz’den kaçan bir Hacivat görürsün der ve Hacivat’ın üstüne atılır. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz, gel buraya,  diye bağırarak Hacivat’ı sokaklarda kovalar. Evinin önüne gelen Hacivat kapının açık olmasından yararlanıp eve dalar, bahçeye çıkar. Peşindeki Karagöz’ün nefesini ensesinde hisseder. Son bir hamleyle bahçedeki tuvalete girer ve kapıyı kapatır. Hacivat’ın oturduğunu gören Karagöz, korkak seni, şimdi de alaycı konuşsana der ve evden çıkıp gider.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım


28
Serbest Kürsü / Karagöz İle Hacivat: İki Elin Nesi Var
« Son İleti Gönderen: Serdar Yıldırım 03 Şubat 2024, 23:06:19 »

KARAGÖZ İLE HACİVAT: İKİ ELİN NESİ VAR
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Hacivat: Dur Karagözüm, nereye böyle?
Karagöz: Oh, sen miydin Hacivat. Ben de seni arıyordum.
Hacivat: Beni mi arıyordun?
Karagöz: Evet, sizin eve gidiyordum.
Hacivat: Bizim eve mi? Ama bizim ev o tarafta değil ki.
Karagöz: Ya ne tarafta?
Hacivat: Bu tarafta. Ters yöne gidiyorsun.
Karagöz: Ters yöne mi?
Hacivat: Belki de az önce bizim evin önünden geçtin.
Karagöz: O zaman beni neden uyarmadın?
Hacivat: Aman Karagözüm, evde değildim ki.
Karagöz: Bir daha aradığımda evde ol.
Hacivat: Sen de aradığında haber ver. Eve gelirim.
Karagöz: Hacivat, bugün bir atasözü öğrendim.
Hacivat: De bakalım , söyle.
Karagöz: Bir elin nesi var, iki elin takkesi var.
Hacivat: Böyle atasözü olmaz.
Karagöz: Nasıl olmaz, var işte.
Hacivat: Sen bunu kimden duydun, Karagözüm?
Karagöz: Adamın biri söyledi.
Hacivat: Söylemiş ama yanlış söylemiş, sonu yanlış.
Karagöz: Sonu mu yanlış? Bir elin nesi var, iki elin tekkesi var.
Hacivat: Yanlış.
Karagöz: İki elin teknesi var.
Hacivat: Takkesi, tekkesi, teknesi falan yok.
Karagöz: ....
Hacivat iki elini birbirine vurur. ( Hani clap, clap )
Karagöz: Buldum, iki elin alkışı var.
Hacivat: Çok yaklaştın, alkışı ses olarak söyle. İki elin sesi gibi.
Karagöz: Buldum. Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
Hacivat: Hah, şimdi doğru söyledin. Değil mi ya? Doğrusu bu.
Karagöz: Ben onun öyle olduğunu biliyordum. Kafamı karıştırmasan doğrusunu söylerdim.
Hacivat: Kafanı ben mi karıştırdım?
Karagöz: Artık size gitmeme gerek kalmadı. Gitsem de evde bulamazdım. Belki yarın bulurum seni. Haydi, hoşça kal, Hacivat.
Hacivat: Güle güle Karagözüm.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SÜR EŞEĞİ BURSA'YA
Hacivat, Karagöz'ün kapısını çalar. Karagöz kapıyı açar.
Hacivat: Selam Karagözüm, gel tartışalım.
Karagöz: Taşlaşalım mı? Ne gerek var. Hangi taş büyükse git kafanı ona vur.
Hacivat: Öyle demedim. Tartışma başlatalım yani münakaşa edelim.
Karagöz: Münaşaka ne demek? Cevizli lokum olmasın?
Hacivat: Yok pastırmalı yumurta.
Karagöz: Paspaslı yumurta mı? Yumurta paspasın üstünde mi pişti?
Hacivat: Hayır, laf olsun diye bir şeyler söyle. Fikir yarıştıralım.
Karagöz: Ha öyle söylesene. Geçti İnegöl'ün pazarı sür eşeği Bursa'ya.
Hacivat: Kırk yılda bir laf ettin ama doğrusunu söyleyemedin.
Karagöz: Yanlış laf ettiysem, doğrusunu sen söyle?
Hacivat: Geçti Bor'un pazarı sür eşeği Niğde'ye.
Karagöz: Sen zor gidersin eşekle Bursa'dan Niğde'ye.
Hacivat: Bursa'dan Niğde'ye neden gideyim?
Karagöz: Demin dedin ya geçti Bursa'nın pazarı sür eşeği Niğde'ye.
Hacivat: Bravo sana, tartışmayı nereden nereye sürükledin.
Karagöz: Öyle olduğu doğrudur. Adım Karagöz. Adamı gözünden anlarım. Değer biçerim.
Hacivat: Bana ne değer biçtin, hemen söyle?
Karagöz: Benim paramla beş para etmezsin.
Hacivat: O zaman dört para ederim. Ama sen benim gözümde hiç para etmezsin.
Seni gidi beni bilmez seni diyen Karagöz Hacivat'ın üstüne hamle yapar. Hacivat geri dönüp kaçmaya başlar. Karagöz peşinden koşar ama yetişemez. Daha sonra Karagöz evine döner.

-------------------------------------------------------------   

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SAKSI
Hacivat: Karagözüm, senin evde fazla saksı var mı?
Karagöz: Evde sakız var.
Hacivat: Sakız değil, saksı. Çiçek dikecektim.
Karagöz: Saksıya çilek mi dikeceksin?
Hacivat: Saksıya çilek dikilmez.Çilek bahçeye dikilir.
Karagöz: Senin bahçe çilek dolu o zaman.
Hacivat: Yok Karagözüm, ne çileği ne bahçesi?
Karagöz: Çilek kokulu çilek, bahçe armut bahçesi.
Hacivat: Armut da nereden çıktı?
Karagöz: Hamam kesesinden çıktı.
Hacivat: Hamam kesesinden ne çıktı?
Karagöz: Örümcek.
Hacivat: Örümcek mi çıktı?
Karagöz: He ya örümcek.
Hacivat: Örümcek sonra ne oldu?
Karagöz: Kaçtı, yakalayamadım.
Hacivat: Bir daha kaçırma?
Karagöz: Neyi kaçırmayayım?
Hacivat: Keçileri şey yani örümceği.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: EN BÜYÜK KARAGÖZ
Hacivat gelir, kapıyı çalar. Karagöz pencereye çıkar.
Hacivat seslenir: Karagözüm, senin evde çaydanlık var mı?
Karagöz: Gerdanlık hanımın boynunda.
Hacivat: Hanımın boynunda olan nedir?
Karagöz: Gerdanlık. Var mı diye sordun ya.
Hacivat: Gerdanlık demedim, çaydanlık dedim. Anla işte misafir geldim.
Karagöz: Safir gerdanlık mı? Bizimkisi o kadar pahalı değil.
Hacivat: Aç Karagözüm, aç
                 Hemen kapıyı aç
                 Çay demle içelim
                 Sohbet edelim.
Karagöz pencereden Hacivat'ın yanına atlar.
                 Sus, Hacivatım sus
                 Hemen şimdi sus
                 Kavgalıyız hanımla
                  Anla halimden.
Halden anlayan Hacivat koşar adım oradan uzaklaşır. Karagöz duvardan tırmanır, pencereden eve girer.
Karagöz'ün Hanımı sorar: Kimdi o, Hacivat mıydı? 
Karagöz: He ya Hacivat. Gelmiş kafa ütülüyor. Neşesi yerinde. Tuzu kuru tabi.
Hanımı: Onun tuzu kuru da seninki yaş mı?
Karagöz: Aramızda iki yaş fark var. Ben büyüğüm!
Hanımı: Sen herkesten büyüksün. Haydi, gel sofraya. Şu bulguru kaşıkla, daha da büyü.
Karagöz sofraya oturur. Bulgura çala kaşık girişir. Bir tencere bulgur pilavını bitirir. Üstüne yayık ayranı içer. Sonra yatar uyur. Bu güzel hikaye de burada sona erer.

-----------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: ÇAM YARMASI
Ayla ile Bursa Kapalı Çarşı'da Kozahan'a gittik. Çay bahçesine oturduk, çay içiyorduk. Ayla cep telefonumla bir fotoğrafını çekeyim, dedi. Çekti. Bir daha, bir daha çekti. Fotoğrafını  Facebook’a koyayım, dedi. Ben, tamam, dedim. Fotoğrafın altına çam yarması ile birlikteyim, diye yaz. Bu sırada Karagöz ile Hacivat yanımıza gelmiş de haberimiz yokmuş.
Karagöz: Çam yarması değil de biber dolması yaz, dedi.
Hacivat: Olur mu Karagözüm, patlıcan musakka yazsın.
Karagöz: En iyisi yaprak sarması yazsın.
Bu müthiş ikili beni dolmalara doldurdular, yapraklara sardılar. Oysa benim çorbam iyi olur, deyince kahkahalarla güldüler. Ayla da onlarla birlikte güldü. Karagöz ile Hacivat gidince Ayla, iyi ki geldiler, bize neşe verdiler, dedi. Bu hikaye de burada bitti.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SATILIK AKIL
Karagöz ile Hacivat yolda karşılaşır.
Karagöz: Selam Hacivat.
Hacivat: Selam Karagöz.
Karagöz: Hacivat bana on akçe borç versene.
Hacivat: Aman Karagözüm, on akçeyi ne yapacaksın?
Karagöz: Pazarda adamın biri, kiloyla akıl satıyor.
Hacivat: Akıl para ile satılmaz.
Karagöz: Ya ne ile satılır?
Hacivat: Akıl doğuştandır, sonradan elde edilmez.
Karagöz: Kilosu bir akçe.
Hacivat: Senin aklın var ya Karagözüm.
Karagöz: Var ama yetmiyor. Daha akıllı olmak istiyorum.
Hacivat: Alıp da faydasını gören var mıymış?
Karagöz: Köylü tarlada ırgatmış. Akıl almış, okumuş, kadı olmuş.
Hacivat: Başka.
Karagöz: Adamın oğlu akılsızmış. Oğluna akıl almış. Şimdi çalışıyormuş, yakında evlenecekmiş.
Hacivat: Vay canına!  Doğru mu bütün bunlar?
Karagöz: Doğru. Komşularıyla konuştum.
Hacivat: Olay gerçek ha.
Karagöz: Yürü Hacivat, bitmeden  şu akıldan alalım.
Hacivat: Bana bir kilo al, kendine de bir kilo al.
Karagöz: Yetmez, bana bir kilo yetmez. On kilo alacağım.
Hacivat: On kilo mu? Sen o kadar akılla aya gidersin.
Karagöz: Aya da giderim, güneşe de giderim. Yeter ki daha akıllı olayım.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

29
Serbest Kürsü / Karagöz İle Hacivat: Harami
« Son İleti Gönderen: Serdar Yıldırım 03 Şubat 2024, 23:05:39 »

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HARAMİ
Hacivat pencereye çıkar ve karşı mahalledeki evinin bahçesinde bulunan Karagöz'ün üstüne atlar. İkisi birlikte yere yuvarlanır. Aralarında boğuşma başlar. Daha sonra Hacivat ayağa kalkar. Karagöz yerdedir ve gözleri kapalı durumdadır. Buna karşın, sağa sola yumruklar, tekmeler savurmaktadır. Hacivat, Karagöz'ün omzuna, koluna dokunarak uyarmak ister ama durmadan bağırıp çağıran Karagöz'dür.
-- Beş değil on olsanız hakkınızdan gelirim. Haramiler sizi. Adama evinin bahçesinde bile rahat yok.
Hacivat: Karagözüm, ben geldim. Eski dostun Hacivat'ı nasıl tanımazsın?
Karagöz: De git harami başı! Elleme kolumu, bacağımı.
Hacivat: Karagöz, Karagöz kapkaragöz
                Sen dediğimi yap Karagöz
                Tekme, yumruk atma Karagöz
                 Aç gözünü bak Karagöz.
Hacivat'ın sesini duyan Karagöz önce sol sonra sağ gözünü açar. Hacivat'tan başka kimseyi göremez. Ayağa kalkar. Sen de kimsin böyle, diye sorar.
Bunun üzerine Hacivat: Aman Karagözüm, beni nasıl tanımazsın? Hacivat adını nasıl unutursun?
Karagöz: Hacivat mı? Hacivat adında bir arkadaşım yok benim.
Hacivat: Ama benim Karagöz adında bir arkadaşım var.
Karagöz: Olmaz olsun senin gibi arkadaş der, yerdeki kazmayı alır ve Hacivat'ın üstüne yürür. Uzun süre kovalar. Sonunda Hacivat bahçe duvarından atlayıp kaçar. Altı ay Karagöz'ün adını anmaz.

-----------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: KAPLAN VE ASLAN
Karagöz ile Hacivat hayvanat bahçesinden birer kaplanla aslan yavrusu satın alırlar. Evlerinin bahçesine yaptıkları demir kafeste besleyip büyütürler. İki yıl sonra Karagöz kaplanını, Hacivat aslanını kapıştırır. Kaplanla aslan, alt alta, üst üste mücadeleye başlar.
Hacivat: Aslanım, o kaplanı parçala, ez, diye bağırır.
Bunun üzerine Karagöz: Haydi, güçlü kaplanım, bir vur, bir de yer vursun, diye bağırır.
Hacivat: Sen ne diyorsun Karagözüm, yer senin kaplanı vurdu. Bak sırtı yerden kalkmıyor.
Vay, sen bana bunu nasıl dersin, diyen Karagöz, Hacivat'ın üstüne atılır, boğuşmaya başlarlar. Onların boğuştuğunu gören kaplanla aslan kavga etmeyi bırakıp Karagöz ile Hacivat'ı ayırır.
Kaplan, Karagöz'e: Olur mu ağam, neden kavga edersiniz? Bizi birbirimize düşürdünüz iyi de siz niye vuruşursunuz?
Karagöz: Hacivat, bak duydun mu? İlk sen başlattın.
Hacivat: Hayır, Karagözüm. Ben aslanımı gayrete getirmeye çalıştım. İlk sen saldırdın.
Aslan, Hacivat'a: Olmaz ki beyim, siz kavga etmeyin. Sadece bizi seyredin.
Hacivat: Bizim kavga etmeye hakkımız yok mu?
Aslan: Var tabi ama siz sahiden vuruyorsunuz.
Hacivat: Biz sahiden vuruyoruz da siz şakacıktan mı vurdunuz?
Aslan: Tabi şakacıktan. İlk kapışınca konuştuk, danışıklı dövüştük. Pençemizi hızlı kaldırıp en yavaşımızla vurduk.
Aslanın sözleri üzerine Karagöz kaplana döner. Kaplanım, ne diyor bu? Doğru mu bütün bunlar?
Kaplan: Aslanın dediği her bir şey doğrudur. Pençe sert inerse kafada oluşan şey ağrıdır.
Karagöz: Bravo lan kaplan, sonunda galip geldin ya. Ben seni iki yıl şu Hacivat'ın aslanını yen diye tavuk suyu çorbalarla besledim.
Hacivat: Nee? Tavuk suyu çorba mı? Ama kaplan et yer. Tavuk eti de yer ama tavuk suyu çorba ne alaka?
Karagöz: İşin sırrı burada. Herkesin aklı ermez. Sanki sen neyle besledin şu aslanı?
Hacivat: Etle ve sütle. Eti kasaptan, sütü mandıradan özel getirdim. Sonuçta, benim aslan senin kaplanı çarptı, geçti.
Yalan söylersen ben seni çarparım, diyen Karagöz yine Hacivat'ın üstüne atılır. Tekmeler, yumruklar havada uçuşur. İkisi birlikte yere yuvarlanır. Bir süre sonra yorulan ve dövüşmeyi bırakan Karagöz ile Hacivat'ı kaplan ile aslan kucakladıkları gibi evlerine götürür.
Karagöz'ün Hanımı: Ne oldu buna? Attan mı düştü, diye sorunca kaplan, Hacivat'ı dövdü, der.
Karagöz'ün Hanımı: Pek dövdüye benzemiyor ya neyse. Yatır şu yatağa uyusun, der. Kaplan, Karagöz'ü yatağa yatırır ve bahçeye çıkar. Derin bir nefes alır. İki yıldır şu bahçedeyim, böyle değişik bir gün yaşamadım, diye düşünür. Bugün sakin geçen günlerimin değerini daha iyi anladım.
Diğer tarafta Hacivat'ın Hanımı: Aslan, kim o? Hacivat mı? diye sorar.
Aslan: Evet Hacivat, Karagöz'ü yerlerde sürükledi.
Hacivat'ın Hanımı: Bu mu Karagöz'ü sürükledi? Üstü toz, toprak içinde. Tanıyamadım, der. Götür odasına yatır.
Hacivat'ı odanın ortasında yere yatıran aslan bahçeye çıkar. Yandık ki hem ne yandık. Kavgadan gürültüden hoşlanmıyorum. Bu Hacivat Karagöz'le kanlı bıçaklı olmuş. Her gün kavga etmeden duramazmış. Beni de kendi gibi kavgacı yapacak. Kaplan ile beni her gün dövüştürürse yandım ki hem ne yandım.

-------------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: AKREP
Hacivat: “ Selam Karagözüm, bana bir akçe borç verebilir misin? “
Karagöz: “ Hı.. “
Hacivat: “ Bana bir akçe borç verebilir misin, dedim. “
Karagöz: “ Nerde bende bir akçe? O kadar param olsa burada işim ne? “
Hacivat: “ Aman Karagözüm, hayatımda ilk defa birinden borç istedim. “
Karagöz: “ Kimden borç istersen iste. “
Hacivat: “ Senden istedim. Bir akçe. “
Karagöz: “ Bende akçe falan yok. “
Hacivat: “ Yarım akçe. ”
Karagöz: “ Yok. ”
Hacivat: “ On kuruş da mı yok? “
Karagöz: “ Kuruş yok. “
Hacivat: “ Vardır, ceplerini karıştır, vardır. “
Karagöz: “ Al karıştırayım. Of anam, elimi bir şey soktu. Akrep? “
Hacivat: “ Akrep mi? Yere at, üstüne bas. ”
Karagöz: “ Attım ve bastım. Parmağım yanıyor, Hacivat. “
Hacivat: “ Parmağını sık, zehir çıksın. ”
Karagöz: “ Of of.. “
Hacivat: “ Tamam zehir çıktı. Korkma Karagözüm, bir şey olmaz. Zaten akrep küçüktü. “
Karagöz: “ Akrep küçük ama acısı büyük. Tabi akrep seni sokmadı. “
Hacivat: “ Senin cebinde akrebin işi ne? “
Karagöz: “ Bilmem. Git akrebe sor. “
Hacivat: “ Cimri olanın cebinde akrep olur derler. “
Karagöz: “ Sen şimdi bana cimri mi diyorsun? “
Hacivat: “ Yok, lafın gelişi öyle söyledim. “
Karagöz: “ De git Hacivat, tepemin tasını attırma şimdi. “
Karagöz'ü daha fazla kızdırmak istemeyen Hacivat koşar adım oradan uzaklaşır. “

---------------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: SAKALLI BEBEK
Karagöz: Hacivat, biliyor musun, Yaşar bana bugün bebek dedi. 
Hacivat: Yaşar kime bebek dedi.
Karagöz: Bana dedi, bebek dedi.
Hacivat: Yaşar şimdi kaç yaşında?
Karagöz: Benim oğlan üç yaşında.
Hacivat: O yaşta bir çocuk herkesi bebek görebilir.
Karagöz: Ama aynaya baktım. Çok gencim. Yüzüm tertemiz. Aynen bir bebek.
Hacivat: Tabi canım, sakallı bebek.

---------------------------------------------------------------

KARAGÖZ'ÜN YAZDIĞI ŞİİR
Dünyaya geldim almaya nefes
Yaptırdım ben bir güvercin kafes

Komşular gördü olur dediler
Şu Karagöz ne de cin dediler.

İki güvercin aldım pazardan
Bakmaya başladım heyecandan

Köse geldi bana olmaz dedi
Böyle güvercin bakılmaz dedi.

Güvercinleri korumak gerek
Kafese bir kedi koymak gerek

Dediğini yaptım ben kösenin
Kedi koydum içine kafesin.

Sabaha baktım kafes tüy dolu
Nedir bu kafesin böyle hali.

Dedim kedi, nerede güvercinler
Dedi kedi, onları yedim ben.

Dedim alacağın olsun, köse
Şimdi beni güldürdün herkese.

Yakaladım köseyi pazarda
Kapadım kediyle bir odada.

Dedim kedi, ye sen bu köseyi
Dedi kedi, yenmiş bil köseyi.

Kapıyı kilitleyip gittim ben de
Çok keyifliyim, neşem yerinde.

Üç gün sonunda kapıyı açtım
Odada köseyle karşılaştım.

Kedi ortada yok köse yemiş.
Dostlarım, ben bu işe çok şaştım.

-------------------------------------------------

KARAGÖZ İLE HACİVAT: HAMAMA GİREN TERLER
Karagöz: Dün salı hamamına gittim. Çok soğuktu. Üşüdüm.
Hacivat: Olur mu Karagözüm, hamamda üşünmez. Hamama giren terler, derler.
Karagöz: Ama ben hamama gittim. Üşüdüm.
Hacivat: O zaman hamamcı külhanı yakmamış.
Karagöz: Külhan hamamı yakmamış mı? Keşke yaksaydı da hamam kül olsaydı.
Hacivat: Öyle demedim Karagözüm, hamamcılar külhanı yakar. Odun ateşinde hamam ısınır. Kirin kabarınca kese olursun.
Karagöz: Kirim kabarmadı. Çeşmelerden akan su soğuktu.
Hacivat: Ben o hamamı bilirim. Galiba sen erken gittin. Külhandaki ateş harlamamıştır.
Karagöz: Külhan ateşi yakmış, hamam kül olmuş. Demek ben çıktıktan sonra hamam yandı.
Hacivat: Hamam falan yanmadı. Uyduruyorsun Karagözüm.
Karagöz: O zaman hamam külhanı yakmış.
Hacivat: Yanma yok. Hepsi yalan, uydurma. İnsanları kandırıyorlar.
Karagöz: Beni kimse kandıramaz. Hamam yanmış mı? Külleri savrulmuş mu?
( Hacivat konu kapansın diye mecburen he der. )
Hacivat: He yanmış, külleri savrulmuş.
Karagöz: Savrulmuş külleri, ötmez bülbülleri.
Hacivat: ....
Karagöz: Hamamın külleri, öttü bülbülleri.
Hacivat: ....
Karagöz: Hamamın bülbülleri, öttü külleri.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

30
Serbest Kürsü / Atatürk'ün Çocukluk Anıları: Büyük Kurtarıcı
« Son İleti Gönderen: Serdar Yıldırım 03 Şubat 2024, 23:03:03 »

ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANILARI
BÜYÜK KURTARICI
Atatürk'ün kız kardeşleri Makbule ile Naciye tartışıyordu.
Naciye: Abla, son günlerde annem ve babamın konuşmalarından şu sonuca ulaştım: Osmanlı kötüye gidiyor ve önlem alınmazsa sonumuz bir felaket.
Bunun üzerine Makbule: Doğrudur. Bir kötü gidişat var ama önlem alınmıyor. Saray yabancı kadınlarla doluymuş. Padişahın annesi yabancıymış. Annemiz Zübeyde Hanım bir Türk. Biz de Türküz diyoruz. Annemiz fransız veya rus olsaydı, biz de fransız ve rus olurduk. Fransa'ya ve Rusya'ya hizmet ederdik. Türkleri kendimize düşman bilirdik.
Naciye: Abla, sen bunları biliyorsun. Sadrazam ve vezirler de biliyor. Önlem alsalar ya.
Makbule: Naciye, biliyorsun, ben Osmanlı tarihini araştırdım. Belli bir dönemden sonra  kaç tane Türk sadrazam ve vezir adı söyleyebilirsin?
Naciye: Çoğu başka milletlerden, aralarında Türk yok gibi.
Makbule: Bunlardan Osmanlı Devleti yıkılmasın demesini bekleyemezsin.

---------------------------------------------------------------------

BEN BEBEK MİYDİM?
Yıl 1872. Evde oturmaktan canı sıkılan Fatma'yı annesi  Selanik sokaklarında gezmeye çıkardı. Sokaklar bomboştu, Arada bir tek tük adamlar geçiyordu. Bu Selanik'te kadın yok muydu? Çocuklar evet çocuklar hani neredeydi? Neden eve kapatılmıştı? Bu durum Fatma'nın kafasına takıldı. Annesine şöyle bir soru sordu: Yemeklerimi yemiyordum ya o zaman ben bebek miydim? Zübeyde Hanım derinden etkilendi. Bilmem kaç zaman önce Fatma ile böyle bir fikir alışverişi olmuştu. Fatma, yemeklerini neden yemiyorsun, demişliği vardı ama Fatma'nın bunu hatırlaması olanaksızdı. Zübeyde Hanım, Fatma'sına sıkıca sarıldı.
Daha sonra sahile çıktılar. Boylu boyunca Ege Denizi önlerinde uzanıyordu. Vur patlasın, çal oynasın eğlenen, günün yirmi dört saati etkinliğini gösteren sahil gazinolarında ermeni, rum, yunan ve diğerleri coşku doluydu. Zübeyde Hanım kızı Fatma'nın elini sıkıca tuttu. Eve doğru yöneldi. Ali Rıza Bey işten dönmüş ve yorgun olmalıydı. O geldiğinde mutfakta olmamak yakışık almazdı.

---------------------------------------------------------------

BİR TORBA BALIK
Ali Rıza Bey ile oğlu Ahmet o sabah erkenden kalktı. Akşamdan sözleşmişlerdi, yarınki balık tutma işi için. Önceleri Zübeyde Hanım karşı çıkmıştı. Ne gereği var canım, sabah erken kalkmanın. Biraz uykunuzu alıp bir iki saat geç kalksanız da olur. Sanki Ege Denizi'nin balıkları Ali Rıza Bey ile Ahmet gelecek ve biz onların oltasına ilk takılan olacağız, mı diyecekler dediyse de dinletemedi. Zübeyde Hanım onları sabah erkenden yolcu etti.
Ali Rıza Bey ile Ahmet çok hırslıydı. Ellerinde birer olta ve gelsindi balıklar, atılsınlardı oltaya, bakalım kim, kaç balık yakalayacaktı?
Aradan saatler geçti. Ali Rıza Bey ve Ahmet saatlerdir denize olta atıyordu. Oltanın ucundaki yem yeniyor ama balık yakalanmıyordu. Kavanoz içinde getirilen yemler bitmiş ama ortada balık yoktu.
İkindi vaktini geçmişti. Ali Rıza Bey ve Ahmet, bu balıklar bizi sevmedi. Yem yiyor ama kaçıyorlar. Anneni ben severim, sen de seversin. Dönerken  balık alalım, annen de sevinsin ama aramızda sır. Aradan yüz yıl geçse bile anneye söylemek yok. 
Bunun üzerine Ahmet, merak etme baba. Bizim balık almamızın kimseye zararı yok.
Ali Rıza Bey ile Ahmet, akşamüstü bir torba balıkla eve giriş yaptı. Zübeyde Hanım onları coşkuyla karşıladı. Akşam yemeğinde bol bol balık yediler.

---------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA BEY'İN ÇOCUKLUĞU
Ali Rıza on dört yaşındaydı. Arkadaşı Osman'la komşu köye gitmiş ve yalnız geri dönüyordu. Gök gürlemeye başladı. Belli yağmur geliyordu. Ali Rıza adımlarını hızlandırdı. Köyüne daha yol vardı. Bir saçak altı, bir girdap bulup yağmurun dinmesini beklemeliydi. Karşıda bir çınar ağacı gördü. Onların yüzlerce yıl yaşayanı vardı. Ne fırtınalar, yağmurlar atlatırlardı. Hem bu çınar ağacı tam bir saçak altıydı. Oraya sığınırsa yağmurun damlası değmezdi. Aniden gökyüzünde bir şimşek çaktı. Sonrasında uzaklara yıldırım düştü. İleride gökyüzü daha karaydı. Kısa bir süre sonra doğa gerçek gücünü gösterip yağmur damlalarını ağırlaştırırdı. Pek çok şimşek çaktırıp yıldırım düşürür ve bazı canlıların yaşamlarını sonlandırırdı. Ali Rıza oralarda bir çukur bulup içine sindi. Zaten sırılsıklam ıslanmıştı. Yağmurdan korkusu yoktu. O'nun düşüncesi yıldırımdı. Her şimşek çakışında korkmuyordu ama ürperiyordu.
Al Rıza bir anlık zaman diliminde başını yukarı kaldırıp ileri baktı. Adamın biri hızla gelerek çınarın altına sığındı. Saniyesinde şimşek çaktı ve yıldırım düştü. Boğuk bir feryat duyuldu ve adam yere yığıldı.
Ali Rıza: Vay anasını, demek ben oraya önce varsaydım yıldırım bana düşecekti. Beni bu hayattan silip süpürecekti. Ben bu hayatta var olmalıyım ve en azından çocuklarım olmalı.
Sonradan yağmur dindi. Ali Rıza çukurdan çıktı, çınarın altına gitti. Yıldırım adamı yakmış ve ikiye bölmüştü. Daha sonra köyüne doğru yöneldi. Köy kahvesinde olanları anlattı ve yardım etmelerini istedi.
Ali Rıza evine vardığında annesi Ayşe Hanım olanları dinleyince çok şaşırdı. O, insan hayatının doğa tarafından bu kadar kolay yok edilemeyeceği düşüncesindeydi. Kulaktan dolma değerlerle hayatı şekillendirirdi. Ali Rıza'nın anlattığı bu olay ve yorumu hayatına değişik bir bakış açısı kazandırmıştı.
Ali Rıza bir süre daha hayata devam edebileceği düşüncesindeydi. Belki bir gün evlenir, çocukları olurdu. Eğer çocukları olursa, onları çok sevecekti.

--------------------------------------------------------------------------

GAGASI OLMAYAN KARTAL
Atatürk'ün abileri Ahmet 9, Ömer 8 yaşındaydı. Kardeşleri 2 yaşındaki Mustafa'nın elinden tutarak mutfağa gittiler. Annelerinden bir hikaye anlatmasını isteyeceklerdi ama anneleri mutfakta yoktu. Odalara baktılar, evde yoktu. Yatak odasına yöneldiler. Babaları Ali Rıza Bey orada olmalıydı. Kapıyı çaldılar, içeriden buyurun, gelin denince içeri girdiler.
Ali Rıza Bey: Krallarım benim, şahlarım, padişahlarım!  Siz üçünüz bir anda tarih sahnesinden silinseniz, ben kime oğlum derim? Kim benim adımı tarih karşısında yargılar? Kim benim adımı tarihe sabitler? Siz üç oğlumdan en az biri büyük işler başarsın ve benim adım da bu O'nun babasıdır diye anılsın. Tarihe geçsin. Yüzyıl sonra yeniden dünyaya gelsem ve adım kitaplarda yoksa hakkımı helal etmem bilmiş olun.
Bunun üzerine Ahmet: Baba, yüzyıl sonra bizim adımızdan yola çıkarak tarih kitaplarında bolca varsan ne diyeceksin?
Ali Rıza Bey: O kadar mutlu olurum ki herhalde kanatlanıp gökyüzüne uçarım.
Sonrasında derin bir sessizlik oldu.
Ömer: Annem mutfakta yoktu. Hikaye anlatmasını isteyecektik. Şimdi buraya geldik. Baba, bize bir hikaye anlatır mısın?
Ali Rıza Bey: Canım oğullarım, siz isteyin ben size sabaha kadar on tane hikaye anlatırım, dedi ve bir hikaye anlatmaya başladı:
Kendini gökyüzünün hakimi sanan bir kartal vardı. Çok büyüktü. Kanat açıklığı on metreyi buluyordu. Aslanlar, kaplanlar ondan korkardı. Pençelerine yakalanan hiçbir canlı sağ kurtulamazdı.. Yaşlanan kartalın gagası düşüyordu ya işte bu kartal da yaşlanınca gagası düştü. Gagası olmayan bu kartal yeni bir gaga çıkması için,  aylarca bekledi. Sonunda beklemekten sıkıldı. Timsah dolu bir nehre atladı ve timsahlar onu yedi. Hikayemiz burada bitti.
Ahmet sordu: Baba, bu anlattığınız hikayeden nasıl bir ders çıkarmalıyız?
Ali Rıza Bey: Hikaye anlatmamı istediniz, işte hikaye anlattım. Varın ötesini de siz hesap edin. Ne anladıysanız onu anlatmışımdır.

------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA İLE ZÜBEYDE'NİN AŞKI
Ali Rıza memur olmuştu. Kazancı iyiydi. Mahalle arkadaşları, tanıdıkları, amca çocukları evlenmişti. Arkadaşlarından ikinciye çocuğu olan vardı. Düğünlerde kızlarla dans eder, şarkı söylerdi. Aşkın ve aşığın yaşatılması taraftarıydı.
Babası ve annesi nice zamandır Ali Rıza'ya kız buluyor, Ali Rıza kızı görüyor ve evlenilecek nitelikte bulmuyordu. Ali Rıza'ya kız beğendirmek çok zordu. Yaşın otuz oldu, evlen artık Ali Rıza, diyorlardı.
Günlerden bir gün babası işten dönmemişti, annesi oğlunu karşısına aldı: Bak Ali Rıza, komşular dediydi, sarı saçlı, mavi gözlü, dünya güzeli bir kız var. Adı Zübeyde. Gittim, gördüm. Terbiyeli, saygılı. Baban, sen, ben evlerine gidelim, kızı bir de sen gör.
Ali Rıza: Olur anne, istersen yarın gidelim, ne dersin?
Annesi: Tamam, yarın gidelim.
Ertesi gün Ali Rıza, annesi ve babası, Zübeyde'nin evine gitti. Ali Rıza, Zübeyde'yi görünce beyninden vurulmuşa döndü.
Bu kız geçen gece rüyasında gördüğü kızdı.
Selanik'te bu kadar güzel bir kız varmış da benim haberim yokmuş, diye kendi kendine hayıflandı. Ali Rıza'nın babası Ahmet Efendi, isterseniz gidin bahçede bir gezin gelin, dedi ve gençler bahçeye çıktı. Ali Rıza, Zübeyde ile ağaçlardan, çiçeklerden bahsederek bahçenin sonuna kadar gitti. Dönüş yolunda Zübeyde'ye evlenme teklif etti: Zübeyde, benimle evlenir misin? dedi.
Zübeyde: Niyetli olmasaydım buraya gelmezdim, dedi. Ali Rıza öylece kalakaldı. Bundan sonra ne yapması gerektiğini bilemedi.
Daha sonraki günlerde Ali Rıza ile Zübeyde, Selanik sokaklarında gezdiler, dolaştılar. Zübeyde'nin evinde nişan töreni yapıldı. Zübeyde düğün istemedi. Ali Rıza, seninle olduğum her gün bana düğün dedi ve Zübeyde'den tarafa çıktı.
Aradan günler, aylar, yıllar geçti. Onların altı tane çocukları oldu. Hepsi birbirinden değerliydi. Mustafa da bunlardan biriydi. Daha sonra Mustafa Kemal adını alacak ve yurdu istila edilen Türk'ün Kurtuluş Savaşı'nı başlatacaktı. 

--------------------------------------------------------------------------------

GERÇEK OLAN NEDİR?
Ali Rıza ile Zübeyde nişanlanalı bir ay olmuştu ki bunlar Selanik sokaklarında gezmeye çıktı.
Ali Rıza: Zübeyde istersen şurada oturalım. Ege Denizi önümüzde, Selanik arkamızda biz hayattan başka ne bekleriz?
Bunun üzerine Zübeyde: Ali Rıza, hayattan istenecek çok şey var ama hayat bunları bir anda bize vermiyor. Kısım kısım veriyor. Bazen hiç vermez.
Ali Rıza: Bilirim Zübeyde, bilirim. Onun öyle olduğunu bilirim.
Zübeyde: Biz hayat olsak hayatı kurgulasak. Hayat kötü olsa iyi insanları kötülüğe yönlendirse işsiz bıraksa soygun yaptırsa sen buna iyidir diyebilir misin?
Ali Rıza: Annesi hasta olan genç adam işsizdi, parası yoktu. Bu genç eczaneye girdi. Eczacıya reçeteyi gösterdi, gerekli olan ilaçları aldı. Dört kutu ilaç. Para vermeden çıkıp gitti.  Zübeyde, sen hakim olsan bu genci hapse atabilir misin? Belki annesi ertesi gün kalkıp yürüyecek. Zaten eczacı şikayetçi olmamış.
Zübeyde: Bak Ali Rıza, bunlar göreceli kavramlar. On kişi olsa beşi evet der, beşi karşı çıkar. Herkes akıl fikir düzeyi, zeka seviyesi açısından fikir ileri sürüp yorum yapar. Ama gerçek olan nedir?

-----------------------------------------------------------------------------------

DÜĞÜNE DÖRT GÜN KALDI
 Ali Rıza  ile Zübeyde için, gündüz nikah, gece düğün törenine dört gün kalmıştı. Bunlar yine bir fırsatını bulup yalnızlığa adım atmıştı.
Ali Rıza: Zübeyde  sen böyle konuları konuşmaktan hoşlanmazsın ama ben yine de sormak istiyorum. Biz evlenince kaç çocuğumuz olsun istersin? 
Zübeyde: Aman Ali Rıza, hele bir çocuğumuz olsun, ben onu el bebek, gül bebek beslerim. Araştırdım ve buldum. Yeni evli çiftlerin ilk çocukları yüzde yetmiş ihtimalle kız oluyormuş. Belki  yüz yıl sonra bu yüzde seksene çıkarmış. Ali Rıza, ilk çocuğumuz kız olsa sen bundan rahatsız olur musun?
Ali Rıza: Böyle bir şey kesinlikle söz konusu değil. Zübeyde, sen beni iyi tanımamışsın. Kızım olsun, oğlum olsun onu bağrıma basarım.
Sonunda o dört gün geçti. Ali Rıza ile Zübeyde evlendi. İlk çocukları Fatma oldu. Ali Rıza ile Zübeyde onu bağrına bastı. Gelecekte onları mutlu günler bekliyordu.
Aradan yıllar geçti. Fatma dördüncü yaş gününü kutluyordu. Zübeyde Hanım yaptığı pastanın üstüne dört mum dikmişti. Fatma mumları üfledi ve dört yaşına girdi. Önünde uzun bir yaşam vardı ve O bu şansını sonuna kadar kullanırdı.

-----------------------------------------------------------------------------

ALİ RIZA BEY'İN ÇOCUKLUĞU
Ali Rıza Bey, Selanik'te dünyaya geldi. İlkokulu Mahalle Mektebi'nde okudu. 12 yaşına gelince arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Çok iyi tekmük oynardı. ( Şimdiki futbol maçı ) Mahalle maçlarında başı önde sahadan hiç ayrılmamıştı. Maç başlayınca geri gelir, kendini kaybettirir, sonradan ileri çıkar, ataklara katılırdı. Takımı ileri çıkmışken, rakip takım savunması buna önem vermez, defans elemanları yanında olmazdı. Top, Ali Rıza'yı severdi. Rakip kale önünde boş pozisyonda durur ve topun gelmesini beklerdi. Hata affetmez ve soğukkanlı  bir vuruşla golü atardı. Gool diye öyle bir bağırır ve kaçardı ki, en hızlı koşan arkadaşı O'na yetişemezdi.
Günlerden bir gün Ali Rıza evde ders çalışıyordu. Kapı çalındı. Ali Rıza yan pencereden baktı. İki arkadaşı bekliyordu. Annesi Ayşe Hanım kapıyı açtı. Çocuklardan biri atıldı: Ali Rıza evde mi? Maçımız var da. O'nu çağırmaya geldik. Arkadaşlar bekliyor.
Ayşe Hanım: Ali Rıza'nın dersleri çokmuş. Yarın imtihanı varmış. Boşuna beklemeyin gelemez.
Aradan dakikalar geçti. Ali Rıza odanın içinde dört döndü. Eğer arkadaşlar gitmezse ben giderim, diye düşündü. Dönmeye devam etti. Ali Rıza sonradan yan pencerenin perdesini aralayıp kapı önüne baktı. Arkadaşları gitmemiş ve bekliyordu. Demek ki iş ciddiydi. Maç iddialıydı. Ali Rıza odadan çıktı. Mutfakta duran annesinin yanına gitti: Anne, arkadaşlar kapıda bekliyor. Derslerimi bitirdim. İmtihana hazırım ve en yüksek notu ben alacağım. Maça gideyim ha, ne dersin?
Annesi olur deyince Ali Rıza bir sevindi ki sormayın.
Maçın oynanacağı yere merdivenli yokuştan inilirdi. Ali Rıza yokuşun başında görününce arkadaşları arasında bir dalgalanma oldu. İşte Ali Rıza gelmişti ve bu maç kazanılırdı. Karşı takımın golcüsü Necdet uzun boyluydu ve elleri belinde bekliyordu. Ali Rıza'ya baktı. O'nu küçük görmedi ama büyük de görmedi. Arkadaşlarının neden Ali Rıza'ya bu kadar önem verdiğini anlamadı. Her zaman  olduğu gibi gollerini birbiri ardına sıralar maçı kazanırdı.
Maç başlayalı on dakika olmuştu ki Necdet ikinci golünü attı. Sonrasında takımı rehavete kapıldı ve Ali Rıza sahneye çıktı. Şahlanan takım arkadaşlarıyla ileri atıldı. Ali Rıza'nın attığı dört golle maç 4-2 galibiyetle sonuçlandı.
Ali Rıza iddia gazozunu içerken, kimseyi alaya almadı. Daha sonra arkadaşlarından ayrılıp eve gelince annesi sordu: Ali Rıza maçı kazandınız mı?
Ali Rıza: Evet anne, kazandık. Onlar iki attı, ben dört attım ve maçı kazandık.
Annesi: Böyle olacağı belliydi. Ben senin kaybettiğini hiç duymadım.

-------------------------------------------------------------------------------

BİR ALİ RIZA BEY HİKAYESİ
Mustafa 2 yaşında, abileri Ahmet 9, Ömer 8 yaşındaydı. Üç kardeş annelerinin yanına gitti ve bir hikaye anlatmasını istedi. Anneleri Zübeyde Hanım başının ağrıdığını söyleyerek çocukları babalarına yönlendirdi ve şunu ekledi: Aman, dikkat çocuklar, ben size genelde insanlar hakkında hikaye anlattım. Babanız tilkili, kuşlu, ördekli hikaye anlatır ve hikayenin sonu tahminlerin dışındadır. Şok olursunuz. Dağılıp da gelirseniz sizi toplayamam bilmiş olun.
Ahmet: Sen bizi merak etme anne. Ben ve Ömer dağılmam, Mustafa hiç dağılmaz. Anlatsın bakalım babam hikayesini ve bizi şok etsin görelim.
Kardeşler, babalarının yanına geldiğinde Ali Rıza Bey kafasını elleri arasına almış, düşünceye dalmıştı. Ahmet olanları anlatınca hiç şaşırmadı. İnsanoğlunun çözülemeyen sorunları olunca dönüp dolaşacağı yer benim diyordu. Sonrasında Ali Rıza Bey şu hikayeyi anlattı: Bir ördek vardı. Yaşadığı çağa göre, ileri düzeyde zeka sahibiydi. Ördekler etrafında toplanır, oyunlar oynardı. Bu oynadıkları oyunlar eğlence içindi. Bizim ördekle ilgisi yoktu. Bizim ördek hayatı kendi kurgulamak isterdi. Bir kader yapıcının var olduğunu düşünmezdi. Yaşadığın kader oluyor derdi. Bir gün bu ördek üç ileri, bir geri yürürken etrafını tilkiler sardı. Onlarla söz düellosuna girdi ve onlara sorular sordu. Siz tilkisiniz ama kurttan ne farkınız var? İki tilki bir kurt eder diyorlar. Bir tilki bir kurt neden etmesin? İnsanlar hayvanat bahçesi yapıyor ve tilkiyi kafese kapatıyor. Neden tilkiler insanat bahçesi yapmıyor ve insanı tutsak etmiyor?
Aradan zaman geçtiği halde ördeğin sorduğu sorular bitmiyordu. Sonunda tilkiler, sensin, dedi ve ördeği bir tilkiden yüz kat daha zeki tilkiler kralının huzuruna çıkardı.  Ördek tilkilere anlattıklarını tilkiler kralına da anlattı. Onunla söz düellosuna girdi. Bu durum  tilkiler kralını rahatsız etti.   Şu ördek de kimdi ve tilkiler dünyasına hücum etmişti? Bunlardan yüz  tanesini toplasan bir tilki etmezdi. Tilkiler kralı, on yıllık krallığının son bombasını patlattı:     -- Siz ördekler, kanatlarınız var uçuyorsunuz. Kanatlarınızı tilkilere verseniz, tilkiler dünyaya hakim olurdu. Neden dünyaya hakim olamıyorsunuz? Sizi engelleyen nedir?
-- Tilkiler kralı, biz dünyaya hakim olamıyoruz, siz de hakim olamıyorsunuz. O zaman gücünüzü kurtlara verin de kurtlar dünyaya hakim olsun, dedi. Bunu duyan kurtlar harekete geçti ve dünya yönetimini aldı.
Çocuklar, işte bundan dolayıdır ki, hiçbir kurdu evcileştiremezsin. Sirklerde gösteri yapan aslanlar, kaplanlar evcilleştirilmiştir. Ben bunca yıllık yaşamım boyunca hiçbir kurdun sirkte gösteri yaptığını duymadım.

Ali Rıza Bey sözlerini tamamladığında oğulları şok halindeydi. Bildik bilginin dışına çıkılmış ve kendilerine bilinmedik bilgi verilmişti. Babalarının yanında ayrılırken, biraz daha özgür ve mutluydular. Tam özgürlük Ali Rıza Bey'in hikayelerinde saklıydı.

Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994